29 Mayıs 2012 Salı

Hilkat Garibesi

Ofiste bayağı bayağı uzaylı muamelesi görüyorum. A desem şaşırıyorlar, B desem şaşırıyorlar… Hayır ilginç bir insan da değilim. Hasbel kader Ankara’da takılmakta olan tipik bir İzmirliyim sadece. Ama ne bileyim, Ankara’da takılmakta olan bir Kongolu değilim. Atıyorum yeşil yemeklik muzları pişirip yemiyorum. Alt tarafı zeytinyağı seviyorum, deli gibi et tüketmiyorum, kişisel bir şey olsa gerek peynir seviyorum, kolamı light içiyorum, can boğazdan gelir diye düşünmüyorum ama 1.67 boyuma sağlıklı bir 50 kiloyum, açlıktan ölmüyorum… Yalnızca biraz dikkat ediyorum yediğime içtiğime, spor yapıyorum (a.k.a. televizyon karşısında bacak kaldırıp indirmek, su şişesiyle kol egzersizi filan olup olacağı). SIRADANIM yani.
Ne yediğim, ne yemediğim NEDEN sürekli ofisin bir numaralı konusu, NEDENN?! “Sen şimdi zeytinyağına ekmek de banarsın!” Ayy, hapse girer miyim acaba? Gece evi basıp yaka paça götürürler mi bilmem kaçıncı dalga kapsamında beni zeytinyağına –hem de ay çekirdekli, evde yapılmış missssss gibi tam buğday- ekmeğimi banarsam? Ne acayibim ben ya... Di mi?
Hey Allahım!

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayır işte...

İnsanların benim hakkımdaki önyargılarına birazcık, çok azıcık sinir olmuyor değilim.. Bazen tesadüfler oluyor. Ben tam hayat değiştiren bir karar almaya hazır olduğumda o kararın kolaylıkla ilişkilendirilebileceği hayat değiştiren bir şey oluyor buralarda…İki olay birbirinden tamamen bağımsız olsa da, beni tanıyan, gerçekten tanıyan insanlar bu iki olayı bağdaştırmanın ayıp olduğunu biliyor oluyorlar. Ve fakat bu insanlardan bazılarının hisleri çok güçlü oluyor bu kararla ilgili. Biri kararın olayla bağdaşmasından ölesiye korkuyor, dolayısıyla “kesin bu yüzden hıhı!” diyor; diğeri kararın olayla bağdaşmasını ölesiye istiyor dolayısıyla “kesin bu yüzden, hıhı!” diyor.
Değil… O yüzden değil işte ya! “Kesin bu yüzden, hıhı” denen zamanlarda ASLA o yüzden olmuyor ayrıca. Eşşek kadar bir insanım, bu kadar kolay anlaşılır olabilir miyim motivasyon unsurumu gizlemek istesem? Şimdiye kadar söylediğim ufak tefek yalanların birini bile anlamadınız (yaa, yalan da söyleyebiliyorum ben), kararlarıma dair yaptığınız tahlillerin doğru olduğuna bu kadar emin olmanız trajikomik değil mi?
İkizlerim ben evet, ama çok köklü değişiklikleri çok sık yapmıyorum. Ne zaman değiştirmeye kalksam hayatımdaki erkekler korkuyor. Kadınlar değil. Önemli kadınların üçü de mutlu, üçü de aşikar olanı nihayet kabullenmemin benim hazır olmamla ilgisi olduğunu biliyor. Zaten ikisi haliyle daha mutlu. Ama erkekler gergin. Belki doğalarında vardır gerginlik. Zaten büyük kararları zor alır üçü de… İkisi çok önemli, üçüncü hasbel kader bu yazıda yerini almış olan erkekler... Kararları ben almıyorum, Bu kadar kesin, bu kadar emin olduğum kararlar gelip bir gece beynime yerleşiveriyorlar ve bir gelin adayının doğru gelinliği giydiğinde bilivermesi gibi, biliyorum o kararın bunca zamandır kaçındığım doğru karar olduğunu. Dolayısıyla o kararlar bir sürecin ürünü oluyorlar. Benim kaçınılmazı reddettiğim, ettiğim, ettiğim ve yadsıyamayacak noktaya gelip de koşullar olgunlaştığı anda kabullenmekten sonunda memnun olabildiğim bir süreç. O sırada hayatımda ne olup bittiğinin fazla önemi olmuyor. Öncesinde olanlar yüzünden almış oluyorum ki ben o kararı.
Yes, it’s a life changing decision, but what if life is supposed to change?
“It’s not the first time, chillax maan!” diyesim var ağzımı yaya yaya…

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Random Post: Burdayım, Sağım, Salimim!

Başka bir blogla aldatmaktayım bir süredir burdaki delicious randomness’ı. Ama bünye istiyor, bünyenin dönesi var tatlı anonimliğe…
Sanıyorum we’ve got some minor catching up to do:
Biri benim için yoklukta gider dedi bir-bir buçuk sene önce bir mülakatta. Yokluk vardı o sırada çalıştığım yerde, ben de gittim :) İlgisiz ilgisiz yerler gezdim sonra. Daha önce hiç çıkmamışım ben fanustan. Güneydoğu, Karadeniz.. Gezdim… Çok sevdim… Sonra Fiona, deli Fiona, bana yüzyılın gazını veren, bana kendimden çok inanan o Fiona canımıniçi Marianna’nın desteğini de alarak beni acayip acayip işlere bulaştırdı. Salonum tanınmayacak hale geldi kumaş, boya, vernik, kil, kurdele, makara kukara yığınlarının altında… Hani İstanbul’u özlüyordum ya en son ben, iki üç haftada bir gider oldum, sırf çetemi görmeye… : ) Sonra karar verdim, ben Ankara’dan resmen tiksiniyorum. Hem yeni bir şey değil bu, 22 Eylül 2003’te, Ankara’ya ilk geldiğim gün, bölümün arka merdivenlerinde hıçkıra hıçkıra ağladığım gün başlayıp hiç kesilmeyen bir nefretle tiksiniyorum. E ama benim ne işim var burda dedim. Himself’e ufak ufak işliyorum, before long, say 2012 sonu gibi, İstanbul’a taşınmak için türlü secret faaliyetlerim başladı bile. Çok heyecanlıyım. Yılların izolasyonu sona erecek!
Haftasonu İstanbul’daydım yine. Dün geldim. İner inmez ruhum sleep mode’a geçiyor sanki… Kapatıyorum kendimi. Üzülmüyorum da, öyle bir şey değil. Sanki eğlenceli, neşeli, mutlu ruby’nin yerini  sert, cam gibi, donuk bir kadın alıyor. Bir çeşit korunma psikolojisi herhalde... *sigh*
Hmm, euphoric’in yorumunu okudum ve aciliyeti var bu post’un, dolayısıyla çok belli bir konuda yazmıyorum. Yaşıyorum ve döndüm demek için yazıyorum ama ona hitap edecek bir dokunuş yapmak istiyorum post’un sonunda:
I, Robot! Isaac Asimov… Okudunuz mu? Okumadınız mı? Vakıf serisi, vakıf serisi der dururdu himself yıllardır. Bana da çok seksenler gelirdi, himself’in söylediklerini düşünmeden dismiss etmek gibi kötü bir huyum olabiliyor zaman zaman. O bana yapsa çok kızardım herhalde… İstanbul’a giderken  soluk soluğa bitirdim! Mükemmel! 1950’de yazmış Asimov.
Susan Calvin isimli bir kadının Amerika’nın en köklü robot imalat şirketinde bir robo-psikolog olarak çalıştığı yıllarda karşılaştığı olayları 9 kısa öykü şeklinde anlatıyor. Olaylar 1990’ların ortasından başlıyor, 2050’ye kadar filan geliyor. Çok güzel okunmasının sebebi 50’lerde yazılmasına rağmen çok anlaşılır olan İngilizcesi, güzel üslubu filan değil sadece; bizim yaşadığımız yılları geçmişten tarif ediyor Asimov. Mesela visor-phone’dan bahsediyor, ki görüntülü bir telefon çeşidi... 2050’lerde kullanılıyor, fakat siyah-beyaz! Sonra inanılmaz robotlar var, adeta insansılar, hisleri var vesaire, güneş sisteminde at koşturuyoruz, Merkür’de madenlerimiz var selenyum çıkarıyoruz filan… ama robotlar DEVASA, hatta bazıları kendi başlarına hareket edemesinler diye ancak omuzlarına bir insan oturduğunda emirlere cevap verebiliyor. Her türlü teknoloji ağır ve hantal, iletişimde gelinen noktaya dair ise en ufak bir fikri olmamış Asimov’un… Çok ilginç oradan bakan birinin gözünden bugüne dair tahminleri görmek. Sırf bunun için okunmaya değer. Bir de biraz Agatha Christie gibi. Her hikaye bir robo-psikolojik sorunun çözümü üstüne, ikinci hikayeden itibaren tahmin yürütmeye, meraklanmaya başlıyorsunuz düğümlerin çözümü hakkında. Hala tadı damağımda J Filmi var biliyorum, izlememiştim ama… Bugün himself’in doğumgünü, madem yeni bir ortak zevk geliştirdik, Fiona’dan öğrendiğim avokado salatasını yapmayı becerebilirsem belki onu yerken I, Robot izleriz bu gece!
Bir de pasta aldım... Daha doğrusu küçük iki pasta aldım: beyaz kremalı, kubbe gibi, tam ortalarında da birer çilek var. Yanyana koyunca bayağı güzel görünüyor kehkeh! Çileklerin üstüne birer yıldız koymak, ne bileyim siyah bir çizgi çekmek filan gibi istekler doğuruyor insanda, ahlaka mugayir adeta :P